Şuradan okuduğumuza göre 3000 feet (yaklaşık 900 metre) den düşen bir Canon Digital Rebel çalışmaya devam ediyormuş. Eh bu olay Canoncuları epey sevindirir.
Söylentiye göre Nikoncular da D90’i 3000 metreden atmayı deneyeceklermis 🙂
Şuradan okuduğumuza göre 3000 feet (yaklaşık 900 metre) den düşen bir Canon Digital Rebel çalışmaya devam ediyormuş. Eh bu olay Canoncuları epey sevindirir.
Söylentiye göre Nikoncular da D90’i 3000 metreden atmayı deneyeceklermis 🙂
Kameraları test etmek hem sıkıcı hem de zor bir iş. DXOLabs geçen yıl bir takım blog yazarlarını ve teknoloji hastalarını rahatlatmak için kamera testinde son nokta diyebileceğimiz bir site yarattı: http://www.dxomark.com/
Bu sitede kameraların algılayıcıları bilimsel olarak ve RAW performansları üzerinden test ediliyor. Aklınızdaki kameraları karşılaştırmak için kolay bir arayüz de sunulmuş.
Tabi unutulmaması gereken buradaki karşılaştırmaların tamamen bilimsel ve bu yüzden de biraz kuru olması. Pratiklik, mercek seçenekleri, ek özellikler vs test edilmiyor. Sadece RAW algılayıcı performansı değerlendiriliyor.
Şu andaki şampiyon 88 puanla Nikon D3X. Bu sonuçla Nikon gezegendeki en iyi algılayıcıya sahip gibi görünüyor. 20.000 dolarlık Hasselblad H3DII bile 78 puanla Nikon’un gerisinde. Canon 5D MK II ise 79 puan almış.
PS: Yanılmışım. Şu andaki şampiyon 89 puanla Phase One P65 Plus!
RED’i sevmekle birlikte yarattıkları “hype” a da sinir oluyorum. Yine bir takım duyurular yapmışlar. Şuradan incelenebilir. Duyuru dediysem “Everything is Subject to Change” sloganıyla çıkmışlar. Meali: Her şey değişebilir!
Özetle Scarlet serisi kameraların 2010 içinde çıkabileceği haber veriliyor. 2/3 inch olan en küçük Scarlet sabit mercekli olarak 4750 USD’den başlayan fiyatla çıkacakmış. Ayrıca değişken merceğe izin veren 2/3 inch Scarlet için “Mini Prime” mercekler yapacaklarmış. Tanesi yaklaşık 1000 USD fiyatla satılması beklenen bu merceklerin şimdilik 6, 8, 16, 25 ve 50 mm olanları duyurulmuş.
S35 adlı üst sürümün ise gövdesi 7000 USD. Tam takım alınca anladığım kadarıyla yine 20.000 USD yi bulacak.
Bu arada Scarlet icin EF mount (Canon) ve Nikon Mount üretilecekmiş ve diyafram elektronik olarak kontrol edilecekmiş.
Hadi bakalım…
Duymayan zaten kalmamıştır ama Ahmet Uluçay gitti.
Çok yakın olmasak da bir kaç defa konuşmuşluğumuz vardı. Türk Sinema Sektörü denen vahşi ortamda genelde ona karşı iki ana tutum vardı: Açıkça veya gizlice hor görenler veya abartılı şekilde övmelerine karşılık bundan bir adım öteye geçmeyenler.
Ahmet Uluçay inanılmaz derecede yetenekliydi ve daha da önemlisi taklit edilemez şekilde özgündü.
Pazartesi 11.00’de Beyoğlu Sineması’nda veda töreni varmış. Gitmeyeceğim çünkü sinema insanlarına dayanamıyorum (çoğuna). Ahmet onlardan değildi.
Güle güle Ahmet.
Son zamanlarda keşfettiğim bazı yararlı yazılımlar var.
İlki Plural Eyes adlı eklenti. Bu garip eklenti coklu kamera ile çekilmis göruntulerin ses eşlemesini otomatik olarak yaptığını iddia ediyor. Sitede güzel bir video da var. Eğer dediğini yapıyorsa çok iyi.
İkincisi yıllardır EOS kameralarımın kenara atıp durduğum CD’lerinden çıktı: Picture Style Editor! Canon’un bu berbat yazılımı bugüne kadar varlığını atladığım bir şeyi yapabiliyor: EOS 5D MK II’nin gamma egrisi ile oynayabilmenizi sağlıyor. Tabi başka bir sürü ayarla da oynayabiliyorsunuz. Böylece kameranın algılayıcıdan gelen RAW veriyi videoya dönüştürürken nasıl davranması gerektiğini belirleyebiliyorsunuz. Bu bilgiyi bana ileten Şakir Akşar’a teşekkür ederim.
Hatta bu yöntemle epey flat (kontrasti aşırı düşürülmüş böylece dynamic range’i yükseltilmiş) profiller üretmiş bir takım gençler. Şuradan incelenebilir.
Toshiba Space Chair from provato on Vimeo.
Toshiba uzaya koltuk göndermiş. Güzel. Ben niye böyle reklam filmleri çekemiyorum? 🙂
Bu da “Making Of” videosu…
Blog aldı başını gidiyor: Aylarca önce yazılmış yazıların altında feryat figan herkes bir seyler soruyor, digerleri ona cevap veriyor. Bu aslında güzel bir sey çünkü her soruya yetismem imkansız o yuzden dogrudan cevap vermeyi unuttuklarım beni affetsin. Diger yandan da bazı başlıklar foruma dönmüş durumda. Bunu bir hale yola koymak lazım ama henuz net bir fikir geliştiremedim bu konuda. SSS sayfası tam olarak çözüm olmadı ne yazık ki.
Sonuçta şunu unutmamak gerek: “Hangi kamerayı almam lazım?” aslen yanlış bir sorudur çünkü “nihai kamera” diye bir şey yok. Sizin ihtiyaçlarınıza göre en uygun kamerayı almak amaç olmalı. Sizin ihtiyaçlarınızı da en iyi siz bilirsiniz, blog sahibi veya izleyicileri değil.
Bu nedenle “Hangi kamerayı alayım?” yerine “Şu şu amaçla hangi kamerayı alayım?” demek daha makul bir soru olabilir.
Sen hangisini alırdın diye sahsi fikrimi sorarsanız şu an 5D MK II’den başka bir şeye elimi sürmem. Her ne kadar Ömer benimle aynı fikirde olmasa da yukarıda dediğim gibi benim amaçlarım için şu an daha iyisi yok ama broadcast için profesyonel bir çözüm arıyorsanız tabi ki 5D olmaz.
Amerikalidan çok Amerikalılaşmış ama aslen Alman olan Roland bu sefer ne yapmış diye gittim gördüm.
Bir film aynı anda hem bu kadar iyi hem de bu kadar rezil nasıl olabilir?
Klişeler ötesi bir senaryo, filme bir an bile inanmayan oyuncular, saçma sapan mantık hataları… ama her şeye rağmen gidilip görülmesi gereken bir film işte 🙂
Blogu ilgilendiren tarafı çoğu Panavision Genesis ile dijital çekilmiş bu filmin görüntülerinin (yine) rahatsız edici şekilde “video” olması. Forumlarda çok yüksek örtücü hızıyla çekildiği iddia ediliyor.
Etki o kadar bariz ve kötü ki çoğu yerde berbat bir video filmi izler gibi hissediyor insan… Bu yıl ikinci defa bir Hollywood Blockbuster’i (ilki Michael Mann’in filmiydi) perdede kötü görünüyor. İlginç… Dijital karşıtları bu duruma içten içe sevinse de ben yanlış bir uygulama (veya tercih) yapıldığını düşünüyorum.
Yine bir Hasselblad haberi: Firma gecen hafta H3DII-Multi Shot adlı kamerayi duyurdu. Alet 50 MP ile arka arkaya 4 kare cekiyor ve bunu yaparken algilayiciyi her cekimde 1 piksel kaydiriyor.
Böylece goruntunun her noktasinda RGB degerleri tam olarak örneklenmis oluyor. Sonucta cok daha ayrintili ve renk hassasiyetine sahip fotograflar ortaya cıkıyor.
Tate galerisi bu kamerayi sanat eserlerini arsivlemek icin kullaniyormus. AyrıntıÂ şurada…
Ülkemizde fps (saniyedeki kare sayısı) kavramı ile ilgili genel bir kafa karışıklığı söz konusu. Profesyonel ortamlarda bile bu konunun tam olarak anlaşılmamış olması ve daha da kötüsü yanlış anlaşılmış olması çok görülen bir durum.
FPS adı üstünde herhangi bir görüntü sisteminde saniyede kaç kare gösterileceğini tanımlayan bir kısaltma. PAL adı verilen TV sisteminde saniyede 25 kare gösterilir. Bu 25 kare “progressive” değildir. Yani tek bir seferde tam olarak gönderilmez. İki yarım kare olarak gönderilir. Bu yarım karelere de “Field” adı veriliyor. Yani PAL kullanan ülkelerde saniyede 50 field gönderilir. Yine bu ülkeler 50 HZ’lik elektrik sistemi kullanırlar.
Kuzey Amerika ve daha bir çok bölgede ise NTSC adı verilen ve saniyede 30 kare (aslında tam olarak 29.97!) kare gönderilen (veya 60 field) sistem kullanılır. Tahmin edebileceğiniz gibi bu sistemi kullanan ülkeler 60 HZ lik elektrik sistemine sahiptir.
TV sistemlerinin temelleri 1930larda atıldığı için bu farklılıklarla savaşmak zorundayız. Aslında bugün böyle bir ayrıma gerek yok.
İşleri daha da karıştırmak için sinema projeksiyon makineleri de saniyede 24 kare gösterirler.
Dolayısıyla örneğin bir sinema filmi çekecekseniz önünüzde çok somut bir soru belirir: Saniyede kaç kare çekelim? 24 fps çekerseniz filminiz sinemalarda tam olması gerektiği hızda oynayacaktır. 25 çekerseniz TV’de ve DVD’de doğru hızda oynayacaktır. Bunlardan birini seçmeniz gerekir.
Diyelim ki 24 fps çektiniz ve filminiz 100 dk. uzunluğunda bir film oldu. Bu demektir ki elinizde toplam 144.000 kare var (100*60*24)
Aynı filmi TV’de oynatmaya karar verdiniz. Filminizin süresi 96 dakikaya düşecektir. Neden mi? Çünkü elinizdeki 144.000 kareyi sinema göstericisi saniyede 24 kare şeklinde tüketiyordu. Oysa TV sistemi bu 144.000 kareyi saniyede 25 kare akıtarak tüketeceği için filminiz hızlanmış olacak.
Buraya kadar anlaşılmayan bir şey yok. Peki ses ne olacak? Ne yazık ki Sinema Tv Bölümü’nde bir profesör bir gün bana şöyle demişti: “Sesin normal hızı saniyede 24 karedir!”
Tabi ki böyle bir şey yok çünkü sesin çekim hızı diye bir şey yok. Yani sesi 24 kare çekmek veya 25 çekmek diye bir seçenek yok sadece “sesi kaydetmek” söz konusu.
Örnekten gidersek elinizde bir film var. 144.000 kareden oluşan bu filmin bir de ses kuşağı var. Siz filmi 24 kare çektiniz. Buna uygun olarak ses kuşağı da 100 dk. sürecektir. Bu filmi TV de oynattiğınızda ses kuşağı da doğal olarak %4 hızlandırılmış olarak geçmek zorundadır. Aksi takdirde ses senkronu bozulur. Bu hızlandırma seslerde bir pitch değişimi yaratır (yani sesler tizleşir, konuşmalar hızlanır). Bu kötü etkiyi azaltmanın yolu sesin pitch ini digital olarak değiştirmektir.
Akla şu soru gelebilir: Saniyede 120 kare çekersek ne olur? Slow motion olur 🙂 Tabi ki saniyede 120 kare çektiğiniz bir şeyde ses senkronu sağlayamazsınız. Peki 120 kare çekip 120 kare gösterirsek ne olur? O zaman aslında temelde 25 kare çekmiş gibi olursunuz. Sadece görüntünün niteliği biraz değişir ama zamanlama değişmez.
NTSC’den (30 fps) PAL’e (25 fps) veya tersine dönüş 24 fps-25 fps geçişi kadar kolay değil. Bu durumda basit bir hızlandırma veya yavaşlatma yeterli olmaz. Bu çevrim için aradan belli karelerin atılması gerekir. Bu işleme genel olarak 3:2 pulldown adı veriliyor.
5D MK II gibi 30 fps çeken kameraların sorunu da buradan geliyor: 30 fps lik bir şeyi 25 fps e dönüştürmek çok uzun sürüyor ve sonuç tam olarak tatmin edici olmuyor.
Son yorumlar